27 Şubat 2013 Çarşamba

Küllerin Ardındaki Yaşam, Varanasi



Varanasi; Hindistan’ın kuzeyinde  Uttar Pradesh eyaletinin bir şehri. Hindistan’da bulunan yedi kutsal şehir arasında en önemlisi. Binlerce yıldır yerleşimin aralıksız devam ettiği şehire her yıl ülkenin dört bir yanından hacılar ibadete geliyor. Varuna  ve Asi nehirleri arasında kaldığı için Varanasi adını alan şehre İngilizlerin verdiği isim Benares.






Varanasi ipek dokumacılığı ile ünlü. Özel bir teknik olan hafıza tekniği ile dokunan ve sipariş üzerine üretilen ipek kumaşlar, bir zamanlar Osmanlı saraylarının da perdelerini ve koltuklarını süslemiş. Osmanlı’dan günümüze kalan ’’Bulunmaz Hint Kumaşı’’ deyimi burada dokunan ipek kumaşlardan geliyor.

   
 Varanasi,  Hindistan’ın yaklaşık 30.000 tanrısı arasında en önemlilerinden biri olan  Şiva ’nın da şehri. Şiva; Hinduların yaratma, yok etme ve yeniden yaratma tanrısı. Bir gün gökyüzünde dolaşıp, eşi ile kendine yerleşeceği bir şehir ararken kutsal Ganga Ana’nın (Ganj Nehri ) aktığı Varanisi’yi görünce yerleşmeye karar vermiş Şiva. O gün bugündür en kutsal şehirlerden biri yeryüzünde…



Hindu inanışına göre insanlar, insan olmadan önce binlerce defa doğarlar; ot, böcek,taş. En büyük arzularıysa hiçliğe kavuşmak, ruhlarının özgür kalması. Bu yüzden Varanasi, Hindu inancı için kutsal sayılıyor. Varanasi’de ölen, yakılan, külü Ganj’a atılan Hindu’ların artık tekrar tekrar dünyaya dönmeyeceğine, ruhunun özgür kalacağına,  moksha’ya ulaşacağına inanıyorlar. Ölümü yaklaşanlar, yaşlılar, hastalar geliyor buraya ölümü beklemek için. Diğer şehirlerde ölenler de, imkânları  varsa, buraya getirilip yakılıyor, külleri kutsal Ganj’a savruluyor. Varanasi’de  ölüm özgürlük demek, ruhun yeniden dünyaya gelmesine engel olmak demek...


Varanasi, bugüne kadar gezdiğim pek çok şehir arasında beni en çok etkileyeni. Ölüm ve yaşam arasındaki incecik çizgiyi tüm şehir tek bir el olup, tokat gibi çarpıyor yüzünüze.

Başka bir duygu bu.  Hiçbir tarifi yok. Varanasi acıtıyor, gülümsetiyor, şaşırtıyor. Ama en çok huzur veriyor...  Hayatı ve ölümü kabullenmeyi kolaylaştırıyor...

Delhi’den yola çıkıp, yaklaşık bir buçuk saat süren yolculuğumuzdan sonra Varanasi’ye varıyoruz. Eşyalarımızı otelimize bırakıp kısa bir dinlenmenin ardından, özel aracımızla “riksa” ların park ettiği bölgeye gidiyor ve yol boyunca karşılaştığımız, Hindular tarafından kutsal kabul edilen ineklere yol vere vere şehir merkezine riksalarla ulaşıyoruz.  



İnanılmaz bir deneyim; şehir merkezi tam bir keşmekeş. Hiç durmadan kulaklarımızda yankılanan korna sesleri, bitmek bilmeyen bir uğultu, inekler, dilenciler, seyyar satıcılar, rengârenk bir kalabalık ve hepsi insanın üzerine üzerine geliyor. Dünyanın en canlı, en parlak renkleri bir araya gelmiş, metrelerce kumaş olmuş, güzel çirkin genç yaşlı Hint kadınlarını sarıp sarmalıyor. Renkler muhteşem, göz alıyor. Renkler yaşam kokuyor. Hem kendilerine  hem de tanrılarına varlıklarını ispat  için giyiniyorlar. Çünkü biliyorlar ki tanrıları ışıltılı ve renkli giyinenleri tanıyor ve seviyor.

Dükkânların peşpeşe sıralandığı kalabalık ana caddeden sıyrılıp, Ganj’a inen arka sokaklara dalıyorum. Burada da farklı sürprizler bekliyor beni. Bir yandan karşılaştığım detayları hafızama yerleştirmeye çalışıyorum, diğer yandan fotoğraf makineme sarılıyorum. Bir fotoğrafçı için cennet bu sokaklar! Öyle renkler, öyle sürprizlerle dolu ki…  Yerlerdeki inek pisliklerinin üzerine basmamaya dikkat ederek yürüyorum. Daracık bir sokağın köşesini dönünce çaldığı Hint kavalı “Pungi” ile yılan oynatan, kendini bu dünya yaşamından soyutlamış bir “Sadu”, diğer yanda daracık bir girintinin içinde bağdaş kurmuş, ellerini mercimek yemeğine batırmış bir yaşlı adam, karşı köşede yere uzanmış kızının kömür karası saçlarını okşayan bir anne... Nereye bakacağımı şaşırıyorum. Her şey o kadar etkileyici ki. Peki gördüğüm bütün bu insanların gözlerinin içi gülüyor desem?

Küçük bir Şiva tapınağının yanından geçiyorum. Yaşlı bir kadın karşı binânın üst katından beni izliyor. Fotoğrafını çekmek istiyorum, arkasını dönüyor. Toz boya satan bir erkek çocuğu peşimi bırakmıyor. Ne pahasına olursa olsun bir kutu boyayı bana satmaya kararlı.

Vishwanath Tapınağı ’nın içine giremesek de yanından geçiyoruz. Tapınağın alçak duvarlarında yürüyen maymunları izliyorum. Derken sulandırılmış renkli boyaları üzerimize atıp gülerek kaçışan çocuklar. Maymunlar gülüyor olabilir mi halimize?

Tapınakların yanında çiçek satıyorlar, öbek öbek, turuncu Marigold çiçekleri...



Ve yavaş yavaş  Ganj nehrine inen her biri farklı yükseklikteki basamakların olduğu bölgeye geliyoruz.
Kesif bir odun kokusu geliyor burnuma. Sonra anlıyorum ki ölümün kokusu bu…

Hindistan’da ölü yakma törenleri konusunda akademik çalışmaları olan ve defalarca buraya gelip incelemeler  yapan rehberimiz son derece detaylı bilgiler veriyor.Ölü  ve ailesine saygıdan ötürü fotoğraf çekmenin kesinlikle yasak olduğunu hatırlatarak anlatıyor ölü yakma ritüelini.

Varanasi adeta dev bir ölü yakma alanı. Yakılmadan önce cenâzeler, eski şehrin arka sokaklarında bambu sedyelerde, kumaşa sarmalanmış bir şekilde dolaştırılarak kutsal Ganj’a kadar taşınıyor ve nehir sularına daldırılıp çıkarılıyor. Beden çiçeklerle süsleniyor. Bir tanrıymışcasına onurlandırılıyor. Hindular, bu ödünç beden yakılmazsa ruhun yeryüzünden ayrılmayacağına inanıyorlar. Günün 24 saati bu kentten dumanlar yükseliyor ve küller Ganj’a savruluyor.

Şehrin nehir kıyısındaki bölümünün  iki ucunda ölülerin yakıldığı Ghat’lar var. Birinin adı Manikarnika diğerinin Harishchandra. Günde ikiyüz kadar ölünün yakıldığı Manikarnika’nın içindeyiz. Manikarnika Ghat en önemli yakma yeri.

Bir Hindu için burada yakılmak hayırlı bir son kabul ediliyor. Hindular için doğru yerde ölmek, doğru bir hayat sürdürmüş olmak kadar önemli. Ölüler burada, toplumda dokunulmazlar kastına mensup kişiler olan “dom”lar tarafından hazırlanıyor. Ghatta büyük odun yığınları hazır. Fiyatı belirlemek için odunlar dev terazilerde tartılıyor . Her odun çeşidinin fiyatı farklı ve sandalağacı en pahalı olanı. Ölüyü yakmak için yetecek kadar odunu hesaplamak önemli bir iş. Çok kilolu olana çok odun gidiyor

Hamile iken ölen kadınlar, beş yaşın altındaki çocuklar, rahipler ve cüzzamlılar yakılmıyor. Onların zaten bu dünyada çektikleri acı ile bedenlerinin daha fazla ateşle arınmaya ihtiyacı olmadığı inanılıyor. Cesetleri beyaz bir beze sarılıp, taş bağlayıp,nehir balıklarına yem olmak üzere Ganj’a bırakılıyor.Bazen bazı cesetlerin şişip su yüzüne çıkarak, nehirde gezen turistleri şaşkına çevirdiğini anlatıyor rehberimiz…

Rehberimiz ölü yakma ritüelini anlatırken, bir ölünün yakılışını izliyorum.

Büyükçe kalaslar çapraz, aralarında açıklık kalacak şekilde yerleştiriliyor. Üstlerine ve yanlarına odunlar ve kuru dallar konuyor. Sedye ile getirilen ölü beden kalasların üzerine yerleştiriliyor. Üzerine serpilen yağ, yanarken kokunun yayılmasını engelliyor. Ateşi ilk olarak ölünün büyük oğlu yakıyor. Oğlu yoksa ölünün en yakınlarından biri. Ateşi ilk yakanın saçları kazınmış , sadece tepesinde bir tutam saç bırakılmış oluyor ve beyaz bir giysi giymiş oluyor. Cesedin çevresinde üç kez dönüp, ghat’ın içinde sürekli yanan “sonsuz ateş” ten tutuşturduğu meşâle ile odunları yakıyor. Ritüele göre ilk ateş  mukhagni, ölünün ağzına yakılıyor. Ölü yakıcı beden yanmaya başlayınca kenara çekilip izliyor. Kadınların yakında durması yasak . Bir ceset ortalama üç saatte yanıyor ve ortalama 300 kilo odun gidiyor. Üç saatin sonunda küller Ganj’a dökülürken,  Ganj’dan bir kova su ateşe dökülerek, kalan kor tamamen söndürülüyor.

Dayanamayacağım, bakamayacağım bir görüntü olduğunu sanıyordum, bu şehre gelmeden önce..
Oysa o kadar doğal ki ölüm ve yaşam burada. Aç bedenler gülümsemeyi unutmamış. Pislik yaşamın bir parçası, dilenmek diğer bir parçası, ama büyük bir inatla yaşama tutunuyorlar.

Bedenin küle dönüşmesini izlemek de o kadar doğal ve sıradan bu şehirde.

Gün batımında  Varanasi'nin en canlı ve renkli ghatı Dasaswamedh Ghat’da, Ganj’a karşı çanların çalınarak, ateş gösterileri eşliğinde ilahilerin söylendiği Aarti törenini izliyorum. Her akşam güneş batarken aarti törenini için toplanılıyor. Basamaklarda oturmuş ilahî töreni izleyen kalabalığın arasında inekler de var. İnsanların yanına öylece çöküp izliyorlar ayini. Bu kareleri  fotoğraflamak gerçekten çok keyif veriyor.

Yorucu bir günün ardından başımı yastığa koyar koymaz uyuyorum. Düşlerimde binlerce renkli, şaşırtıcı, sarsıcı imaj dans ediyor gece boyunca.

Ertesi gün sabaha karşı otelden ayrılıyor ve yeni günü teknede karşılamak üzere tekrar nehir kıyısına gidiyoruz. Bir gece önce Aarti töreninin yapıldığı ghat’ta bekleyen tekneye binerken kağıt tabaklardaki mumları da yanımıza alıyoruz.


Ganj nehrine karşı puja yapanlar ve yıkananlar, rengârenk giysiler içinde güneşin doğuşuna hazırlanıyorlar. Hava aydınlanmaya başlarken çan sesleri yükseliyor kıyıdan.Güneş kızıl  bir top olup, yavaş yavaş ortaya çıkarken dilek tutup bırakıyoruz mumlarımızı sulara. Işıl ışıl uzaklaşıyor dileklerimiz Ganj’ın akıntısıyla … Bu sırada bir çok kadın, erkek ve çocuk turuncu,kırmızı,sarı  rengârenk giysileriyle, yükselen güneşi selamlıyor.

Ganj Ana pembe tonlarında, o kadar dingin ve o kadar huzurlu.
Küller tekrar  yaşama dönüşüyor bu anda . Umuda dönüşüyor ölüm Ganj’ın kollarında …
Başka bir duygu bu.  Hiçbir tarifi yok. Varanasi  acıtıyor, gülümsetiyor, şaşırtıyor.
Ama en çok huzur veriyor... 

Ayşe Kaynarcalı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder