27 Şubat 2013 Çarşamba

MARDİN'E UYANDIM...


Mardin’e ilk gidişimi anımsıyorum. Anadolu’da henüz gitmediğim ve hep görmek istediğim nadir şehirlerdendi Mardin. 2004’te, çok yakın bir kız arkadaşımla Kapadokya’dan araba kiralayıp, Güneydoğu’ya doğru yola çıktığımızda, televizyon kanallarında her gün Güneydoğu’da terör haberleri vardı. ”Deli misiniz? Kadın başınıza ne işiniz var oralarda!” dedi arkadaşlarımız. Tabii ki sözlerine kulak asmadık;  Kahramanmaraş,  Adıyaman, Kahta,  Urfa’yı  geze geze, konaklaya konaklaya  vardık Mardin’e…

Vuruldum!

İnsanına vuruldum.

Ovasına vuruldum.

Sadece iki gün kaldık Mardin’de ama ne eğlendik, ne gezdik anlatamam. Mesela; gider gitmez kendimize şalvar diktirmeye karar verdik. Daldık çarşıda bir dükkâna, bordo kadife kumaşlar beğendik, oracıkta biçtirdik. Hemen yanıbaşındaki terzi dükkânında diktirdik. Yarım saat sonra şalvarlarımız hazırdı. Üzerimize geçirdiğimiz gibi vurduk kendimizi Mardin sokaklarına.

“Kasımiye Medresesi “ ile başladık gezmeye. Köşe bucak  her yerini dolaştık. Tesadüfen tanıştığımız misafirperver Mardinlilerin  evlerine konuk olduk, yedik içtik,  tatlı sohbetler  ettik . “Yenge” dediler, “misafir” dediler, el üstünde tuttular bizi.

Çarşılarda gezdik,  yüzümüzü buruştura buruştura “mırra” içtik. “Şahmeran”la tanıştık, yaşlı teyzelerden  efsanelerini  dinledik . Yıllardır süren, her gidişimde uğradığım dostlarım, yakınlarım oldu Mardin’de.

Yıllar sonra,  2010 yılında, bu kez  yol arkadaşım ve eşi  ile  gittik vurulduğum şehre .

Yine  aynı sıcak dostlar... Havalimanında karşılandık, eski dostlarımın evlerinde ağırlandık. Yer sofralarını açtılar, mutfaklarında ne varsa koydular soframıza. Mezopotamya ovasına karşı yatak döşek açtılar. Yıldızları seyrederek uyuduk.

Aylardan Ramazan ayı idi. Sahur’da atılan top sesiyle fırladık yataktan. Korktuk , çok korktuk. Sonra   güldük,  katıla katıla güldük hatta, yine uyuduk .

Aylardan sıcak ayı idi. Yandık, piştik  ama pes etmedik. Dip köşe gezdik. Naneli ayranlar içip içip abbaralara sığındık. Sıcaktan ve yürümekten davul olmuş ayaklarımıza  bakakaldık.

Yedik. Sembusek , ırok, ekşili erik yahnisi, kaburga dolması; ne konulduysa önümüze hepsinden yedik.Yediklerimiz yetmedi üzerine naneli ayranlar içtik.

Güldük,  çok güldük…

İkinci ziyaretimden sekiz ay sonra,  yeni  kurduğumuz işimizin ilk durağı oldu Mardin.

Bizim başkentimiz oldu.

Tekrar vuruldum  ve tekrar gittim.

Derken aşağıdaki satırlar döküldü bir sonraki gidişimde kalemimden sayfalara…

Mardin’e uyandım..

Bir sabah düşlere  uyandım, tüm yaşanmış  uyanışlardan başkaydı  o  sabah.

Düşlerden  değil , düşlere uyanmaktı.

Sis perdesi  içinden geçerek,  sonsuzluğa uyandım .

Mezopotamya’ya uyandım,  sonsuzluğu çektim içime,

Doğan güneşi  çektim, huzur  esti  saçlarımı okşayarak ...

Bin yıllar boyunca  farklı medeniyetlerin  yaşadığı, farklı dillerin konuşulduğu, farklı dünyaların birbirine  karıştığı, inançların bir arada kardeşçe korunduğu  topraklara uyandım.

Hoşgörüye uyandım.

Ezan sesine uyandım , çan sesine uyandım ,Zinciriye Medresesi’nin ışıkları sönerken, Deyrulzeferan Manastırı’nın duvarlarına yansıyan güneşe uyandım .

Bir sabah Mardin’e uyandım...   

Dar sokaklarına uyandım bu şehrin ,

İçimden geldi, abbaraların arasında  kaybolmayı  seçtim, üzerinde  yaşam kokan  evlerin olduğu dar geçitlere yaslandım.

Ara sokaklarında  çöpleri taşıyan güzel gözlü eşekler, bu şehrin ağır işçileri.

Gülümsedim, daracık  merdivenlerden aheste aheste inişlerini seyrettim,  yol verdim.

Sokakların arasında  kaybolmak ancak Mardin‘de bu kadar keyifli olabilirdi. Başımı  yukarı kaldırdığımda minare ile birlikte gökyüzüne uzandım, ben de uzadım, taş işçiliğinin muhteşem  örneğine takıldım, kalakaldım.

Evliya Çelebi’nin  dolaştığı sokaklarda  dolaştım. Sabun kokan çarşısından geçtim, baharatların içinden yürüdüm. Asurlular’ın , Aramîler’in soluduğu havayı soludum,  Persler’le savaştım, insanlığın  yaşanmışlıklarına  karıştım.

Mardin...

‘’Öyle bir şehir ki, nasıl hissetmek istiyorsan sana o yüzünü gösterir’’ dedim içimden.

Dünyaya hangi gözle bakıyorsan, şehir de sana  o gözlerle bakar, anlatır kendini.

Karamsarsan, kavgalıysan kendinle, inişli çıkışlı sokakların yorgunluğu çöker omuzlarına, üzerine üzerine gelir sarı taş binalar, ezilirsin.

Tüpleri ve çöpleri eşeklerin taşıdığı yerlerde ilkelliği bulursun, kaçmak istersin yabancı bakışlardan, dönmek istersin yaşadığın şehir her neresi ise.

Barışıksan özünle dedim sonra, barış kokar sokakları, barış kokar insanları sana bu şehrin.

O zaman bu şehir evlerini açar, yer sofraları kurar sana…

Taş binaların sabırla, emekle yoğrulmuş işçiliğine hayran kalırsın, güneş tapınağının üzerinde kurulmuş  manastırın duvarlarına saygıyla dokunursun.

Yaşamış tüm medeniyetlere  saygı duruşudur bu.

Mardin ...

Nasıl bakarsan şehre, öyle anlatır sana hikayesini

Bir sabah Mardin’e uyandım..

Zamanın içinden geçip, Mezopotamya  ovasında,  unutulmuş  medeniyetlerin ruhlarının toplanıp, yitirilmiş  dillerdeki  haykırışlarına  uyandım...

Ayşe Kaynarcalı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder